Türkiye’deki bu gelir uçurumu sanıyorum zenginler kadar fakirlerin de işine geliyordu. İş bulamayan fakirler ben ve benim gibi toplumun saygın katmanlarının temel taşı olan insanların yanında yiyecek, içecek, tuvalet vs. gibi temel ihtiyaçlarını rahatlıkla karşılıyor ve üstüne para da alıyordu, bundan daha güzel bir amme hizmeti var mıydı yeryüzünde? Kesinlikle cennetlik olmalıydım, evet.
Alberto, karısı ve iki kızıyla beraber İstanbul Nurtepe’de oturuyordu. Genellikle benim yanımda kaldığı için ailesiyle görüşme imkânı elbette ki kısıtlıydı. Bu sebeple ona hiç acımıyordum. Hayır, yani senin etin ne, budun ne? Neyine evlilik, neyine aşk, neyine çocuk sevgisi? İnanamıyorum doğrusu. Bu tip insanlar değil bu ülkenin, bütün çağdaş dünyanın yüz karası diye düşünüyorum ve eminim ki bana destek veren birçok kişi de çıkacaktır.
Alberto bir gün hastalanmıştı, eşimle bu yaz tatilini Karayipler’de mi yoksa İbiza’da mı yapacağımız hususunda girdiğimiz seviyeli tartışma sırasında öğrendim bunu. İsteksizce ona bir kaç günlüğüne izin verdim. Benim narin vücudum bir Nurtepe virüsü kapmak istemiyordu, belki bu virüs bütün Nurtepe’ye yayılır da dünya insanları olarak biraz rahatlığa erişiriz, toplumun refah düzeyi bu kayıplarla biraz çıkışa geçer diye düşünüyordum. Kurban olduğum Rabbim’den tek isteğim buydu. Kendisine biraz cep harçlığı vererek uğurladım. Onsuz geçen üç gün boyunca tabakları masaya koymak, tuzluğa uzanmak, su içmek, bulaşık makinesinin düğmesine basmak, kapıyı açmak beni ve sevgili eşimi oldukça yormuş, bu üç gün belimizde inanılmaz bir ağrıya sebep olmuştu.
Evet üç gün olmuştu ve Alberto’dan hala bir ses seda yoktu, nasılsa ahizesini kaldırıp alo diyecek bir telefonu olmayacağını bildiğim için onu işe alırken bunu sorma teşebbüsüne bile girmedim, dilimi buna yormak istemedim. Hiç olmazsa ev adresini almıştım. Koltuğumdan doğrulup merdivenlerden aşağıya doğru inerken hizmetçiye merdiven başlarındaki topuzu iyice parlatmasını, elimi oraya koyduğumda kayganlığından aldığım o derin hazzı açıklayarak emrettim. Bahçeye çıktığımızda bahçıvan Rüstem bey’e Japon Barış Çiçekleri’nin her bir zerresini parlatmasını söyledim, bir yönetici olmanın zorluğu işte burada yatıyordu. Hayatın her bir dakikası kişisel olduğu kadar toplumsal yönetim ile geçiyordu ve ruhum, beynim artık yorulmuştu, ne zaman huzur bulacaktım, ne zaman?
Arabama binip kontağı çalıştırdım. Elim boş gitmenin yanlış olacağını düşünerek yola çıktıktan bir kaç dakika sonra durup bir şeyler aldım. Mecidiyeköy’den geçerken elinde pankart tutan bir grubun “sermaye için değil, halk için kanun” şeklinde attıkları sloganı duyduğumda; araba içerisinde direksiyonu bırakıp dizlerime vura vura öyle bir gülüyordum ki, 15.000 YTL’lik oto teybim bu şiddetli gülüşe dayanamayıp kırılacaktı. Ne diyordu bu pejmürdeler? Yahu hak hukuk sizin neyinize? Bu kadar iş veriyorduk onlara, iş imkanı, istihdam sağlıyorduk, daha ne istiyorlardı bu sefiller? “Allah razı olsun” diyeceklerine küfür ediyorlardı resmen. Arabamla durduğum yerde, kaldırımda bir trafik polisi gördüm ve ona “ya özür dilerim de ne zaman müdahale edecekler, işimiz gücümüz var, daha İbiza için rezervasyon yaptıracağım” dedim, o da bana “merak etmeyin beyefendi, az sonra arkadaşlarımız bu teröristleri dağıtacaklar” şeklindeki cevabına karşılık teşekkür mahiyetinde kafamı sallayarak farklı bir yoldan Nurtepe’ye gitmeye koyuldum.
Burnuma gelen kesif koku sayesinde Nurtepe’ye yaklaştığımı anlıyordum, bu kokunun Alberto’ya özgü bir şey olduğunu düşünüp durmuştum. Bütün mahalle ekmek ve böyle kırmızı, yuvarlak bir şey yiyordu. Hayatımda ilk defa görüyordum doğrusu ve bu burnuma gelen kesif koku da bu şeyden çıkıyordu. Alberto’nun evini sağa sola sorma cüretini göstererek bulmuştum. Tahta bir kapı, lastik ayakkabılar, kömür sobasının yanında Alberto’nun yeni boyanmış iş ayakkabıları… Cidden bir sefaletin göbeğine düşmüştüm ve sıkı bir dostum olan yönetmen Sinan Çetin’e bu garip kültür ambiyansını konu edinen bir film çekmesi için Japonya’dan özel olarak getirttiğim cep telefonumla bir mesaj gönderdim.
Getirdiğim hediye paketini Alberto’nun eşine uzatıp ışık hızıyla çektim elimi. Kadıncağız paketteki havyarı görünce adeta şok olmuştu. Çok ama çok düşüncesizdim… Havyar yanında mükemmel giden şampanyanın bu sefillerde olmayacağını hiç ama hiç akıl edememiştim. Üç günü aşkın süredir tuzluğa uzanmak bedenimi ziyadesiyle yormuştu doğrusu ve bu düşüncesizliğim bundan kaynaklanıyordu.
Alberto’ya durumunu sorduğumda üst katlarında oturan emekli bir hemşirenin kendisini rica minnet muayene ettiğini ve kısa sürede iyileşeceğini söylediğini öğrendim. “Hayat sensiz çok zor, Alberto” diyerek yüzündeki milimetrik değişimi sezmiştim, az da olsa gülümsemişti, yüz kaslarından anlamıştım. “Bir şey soracağım Alberto” dedim ve devam ettim; “dışarıda herkesin elinde ekmek ve böyle kırmızı, yuvarlak bir şey var” dedim, “nedir o kırmızı yuvarlak şeyler?”, “onlar domates, efendim” dedi. “haa” şeklinde, sanki biliyorum da unutmuşum gibi yaparak kafamı salladım ve “doğru… Ben sadece Malezya mamulü porselen tabaklarımın içerisindeki yemeklerin arasında pişmiş halini ve tadını biliyorum sadece, böyle çiğ halini ilk defa görüyorum” dedim. Alberto olmadan yaşanmıyordu. Ve belki inanmayacaksınız ama, hayatın bu renkleri olmadan da yaşanamıyordu, bir düşünsenize, bu dünyada herkes eşit olsaydı nasıl yaşanılırdı? Bu hayatta, şömine başındaki pencereden elimdeki kırmızı şarap ve gramofonumdan yükselen Leonard Cohen ezgileriyle çöpten ekmek çıkarmaya çalışan adamı izleyemedikten sonra, nasıl yaşayabilirdim ki? Hayat, bunlarsız olmuyordu. Hayatın gerçek rengi işte buydu, siyah ve beyaz.
Ölmelerini istemiyorum Tanrım, fakirleri öldürme. Hep yaşasınlar, çok yaşasınlar. Dünyada sadece biz zengin, elit ve kültürlü toplum kalırsa ve her şey bembeyaz, mükemmel olursa bu hayatın hiç bir tadı olmaz, ne olur Tanrım, ne olur.
+ yorum + 2 yorum
anlamasanda olur